Mutlu olmayı istiyordum. Tüm dünyanın en mutlu insanı olmayı istedim. Aynı zamanda yaşamın anlamını öğrenmeyi de arzuladım. Ben şu sorularıma cevap arıyordum:
- “Ben kimim?”
- “Niçin bu dünyadayım?”
- “Nereye gidiyorum?”
Daha da ötesi özgür olmayı istiyordum. Tüm dünyadaki en özgür insan olmayı istedim. Benim için özgürlük basit anlamıyla canımın istediği her şeyi yapmak demek değildi, bunu herkes yapabiliyordu. Benim için özgürlük, yapman gerekeni yapabilme kudretine sahip olmaktı. Bir çok insanlar neyi yapması gerektiğini bilir, ancak bunu yapacak güce sahip değildir. Böylece yukarıdaki sorularıma cevap aramaya başladım. Neredeyse herkes aynı dine sahip gözüktüğü için bende kiliseye gittim. Ancak yanlış bir kiliseye gitmiştim galiba çünkü ayin bittiğinde kendimi daha kötü hissediyordum. Kiliseye sabah akşam gitsem de bir farklılık yaşamadım. Ben pratik bir insanım ve eğer bir şeyin işe yaramadığını görürsem hiç tereddütsüz listemden çıkartırım. Bundan dolayı dini bıraktım.
Prestijin cevap olup olmadığını merak etmeye başladım. Bir lider olmak, bir amaca kendinizi adamak ve popüler olmak; belki de aradığım cevap buydu. Gittiğim üniversitede öğrenci lideri olma kararı aldım ve bu konuda bir kampanya başlattım ve seçim zamanı geldiğinde ipi göğüsleyen ben oldum. Herkes beni tanıyordu, kararlar alıyordum ve istediğim konuşmacıları, üniversitenin parasıyla okula getiriyordum. Çok zevkli bir dönem olmasına rağmen daha önce denediğim bir çok şey gibi bu başkanlık da eskidi ve büyüsünü kaybetti. Pazartesi sabahı uyandığımda genellikle baş ağrısı çekmekteydim, nedeni belliydi. Hafta sonu yaşanan çılgın geceler ve 5 günlük okul haftasının yarattığı sıkıcı ortam.
İçimden bir ses bana, başka öğrencilerin yaşamın anlamını ve amacını bulma konusunda benden daha samimi olduklarını söylüyordu ve ben de şüphelenmeye başladım.
Bu esnada okuldaki küçük bir grup ilgimi çekti. Bu grup iki öğretim görevlisi ve bir çok öğrenciden oluşmaktaydı. Bu kişilerin yaşamlarında farklı bir şey vardı. Bu kişiler neye inandıklarının bilincindeydiler, aynı zamanda nereye gittiklerini biliyor gibi görünüyorlardı.
Benim fark etmeye başladığım bu grup sadece sevgi hakkında konuşmuyorlar, bunu yaşıyorlardı. Onlar üniversite koşulları karşısında eğilmeyen sanki dimdik yürüyen bir portre çiziyorlardı. Herkes panik yaşarken, herkes koşullar altında zorlanırken, bu kişiler her zaman rahat ve kendilerinden emindiler. Sanki onların içinde bitmeyen ve tükenmeyen bir sevinç kaynağı vardı; tiksindirici bir şekilde mutluydular. Onlarda benim sahip olmadığım bir şey vardı.
Sıradan bir insan gibi ben de, benim sahip olmadığım ancak başkalarının sahip olduğu bir şeyi arzuladım. Bundan dolayı bu ilgi çeken insanlarla arkadaşlık yapmaya karar verdim. Bu karardan iki hafta sonra altı öğrenci ve iki öğretim görevlisi ile beraber bu grubun bir toplantısındaydık. Sohbet her zamanki gibi Tanrı hakkındaydı.
Onlar benim canımı sıkıyordu, bende tek tek öğrencileri incelemeye başladım, genelde bütün Hıristiyan kızlarının çirkin olduğunu düşünürken kızların bir tanesinin güzel olduğunu fark ettim. Başkalarına çaktırmadan bu kıza fısıldadım: “Bana söyler misin, sizlerin yaşamlarını ne değiştirdi? Sizleri kampüsteki diğerlerinden farklı yapan nedir?”
O genç kız, inancı konusunda çok güçlüydü; gözlerime dimdik baktı ve bir üniversite kampüsünde hiç duymayacağınız iki sözcüğü fısıldadı: “İsa Mesih.”
“Tanrı aşkına, bana bu klişe lafları söyleme. Ben din olayından nefret ediyorum. Kiliseden, Kutsal Kitap’tan ve dinden bıkmış biriyim” dedim.
“Hey,” dedi sesini biraz daha yükselterek “ben din demedim, ben İsa Mesih dedim.” Benim asla daha önce bilmediğim bir şeye dikkat çekti: “Hıristiyanlık bir din değildir. Din insanların, yaptığı iyi işler ile Tanrı’ya ulaşmaya çalıştığı bir şeydir. Hıristiyanlık ise Tanrı’nın İsa Mesih aracılığı ile insanlara ulaşması ve onlara kendisi ile bir ilişki kurmasını teklif etmesidir. Muhtemelen dünyadaki bütün üniversitelerde bir çok kişi Hıristiyanlık hakkında yanlış anlamaların kurbanıydı.
Okuldaki bir asistan bir keresinde “kiliseye giden herkes bir Hıristiyan olur” demişti; ben de ona “garaja giden herkes araba mı olur?” diye cevap vermiştim. Gerçek bir Hıristiyan, samimi bir şekilde İsa Mesih’e inanan kişidir.
Hristiyanlık’ı düşünmeye başladıkça, bu yeni arkadaşlarım beni İsa Mesih’in hayatını incelemem konusunda teşvik etmeye başladılar. Kısa bir süre sonra Buda’nın, Konfüçyüs’ün ve Hz. Muhammed’in Tanrı olma iddiasında bulunmadıklarını, bu iddianın sadece İsa’ya ait olduğunu keşfettim. Arkadaşlarım beni İsa Mesih’in bu iddiasını inceleme konusunda teşvik etti. Onlar, İsa Mesih’in insan bedeni almış Tanrı olduğuna, insanlığın günahları uğruna çarmıh üzerinde ölüp üç gün sonra dirildiğine ve bugün bile bir insanın yaşamını değiştirebileceğine ikna olmuşlardı.
Arkadaşlarımın bu iddialarını çürütmek bana farz olmuştu. Artık Hıristiyanların aptal olduğunu düşünmüyordum, bundan emindim. Her gün büyük bir hevesle sınıfta bir Hıristiyan öğrenci ya da profesörün söylediklerini çürütmek ve acı çektirmek için onların söz almalarını beklerdim. Bence Hristiyan’ların beyninde yaşayan tek bir hücre varsa bile, bu tek beyin hücresi kısa bir süre sonra yalnızlıktan ölürdü.
Ancak bu insanlar bana meydan okumaya devam etti. Sonunda, ben de onların meydan okumasını kabul ettim. Bunu yapma amacım hem onların inançlarını çürütmek hem de gururumu tatmin etmek ki, ne de olsa Mesih İsa’nın iddialarını destekleyen tek bir kanıt olmadığını var sayıyordum. Hatta değerlendirmeye alacak bir delilin varlığına bile şüphe ile bakıyordum……